Bu söyleşide; biyopolitika ve sağlamcılık üzerine çalışan Burcu Ayan, bize sağlamcılık, "normal" kavramı ve biyopolitika anlattı. Sonrasında da Nurçem Koç, engellilik kavramından ve kendisinin yogaya başlama ve devam etme öyküsündeki tecrübelerini anlattı.
Burcu Ayan
Mimar Sinan Üniversitesi'nde sosyoloji okudum, sonrasında Bilgi Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümünde yüksek lisans eğitimi aldım.
Biraz sonra bahsedeceğim tez, burada ortaya çıktı. Şimdi hala Anadolu Üniversitesi sosyoloji bölümü doktora öğrencisiyim.
Nurçem Koç
Ben özel bir sektörde üst düzey asistanlığı yapıyorum. Onun dışında geçtiğimiz Ocak'tan beri Türkiye'deki ilk doğuştan engelli yoga eğitmeniyim.
Bugün ben de sizinle bu yola nasıl girdiğimi, 31 yıllık yaşantımda engellilik ile ilgili edindiğim tecrübeleri, biraz toplum bakışını ve benim
bununla ilgili ne düşündüğümü paylaşacağım.
Burcu Ayan
Akademide sağlamcılık, biyopolitika ve engellilik kavramları üzerine çeşitli tartışmalar var. İngilizce literatürde, disability studies diye görürsünüz. 2011'de Sibel Yardımcı, Yıldırım Şentürk ve Dikmen Bezmez'in bir araya getirdiği metinlerden oluşan Sakatlık Çalışmaları: Sosyal Bilimlerden Bakmak isimli metinde de sakatlık kavramı tercih edilmiş. Biz Nurçem ile bu konuyu konuştuk, engellilik terimini tercih ettiğini söyledi, kendisi de bunu açıklayacaktır. Ben tez çalışmamı, sakatlık çalışmaları başlığı altındaki metinlerden derlediğim için zaman zaman o terminolojiye kayabilirim ama ben de engelli kavramını tercih edeceğim. Engelliliğin toplum ile ilişkisini ve tarihsel bir mesele olarak nasıl biçimlendiğini size kısaca aktarmaya çalışacağım ve sonrasında, üzerine düşünmeyi hedeflediğim esas mesele olan sağlam ve normal kavramının nasıl kurulduğu hakkında konuşacağız. En sonunda da, biyopolitika üzerine hep beraber düşünerek konuşmayı sonlandırmak isterim.
Nasıl başladım?
Öncelikle, bu alanla nasıl ilişkilendiğimi anlatayım. Mimar Sinan Üniversitesi'nden mezun oldum. Orada, eleştirel teori ile çalışmıştım.
İktidarı, bilgiyi, özneyi sorunsallaştırmaya teşebbüs eden bir terminoloji içerisindeydim ve zannediyordum ki, bütün ayrımcılık biçimlerinden
azadeyim. Bir yandan da sivil toplum alana dair önyargım, fikirlerim vardı. Sivil toplum, Türkiye'de engellilik alanının nasıl kurulduğunu,
engelliye nasıl yaklaşıldığını anlamak için iyi bir referans; çünkü çoğu zaman bir yardım mekanizması olarak işliyor STK'lar. Hem toplumsal olarak
STK'larla ilgili algıdan sebep, hem de Osmanlı'dan devraldığımız, devletle yakın ilişkide bulunan bir vakıf kültürünün bulunmasından dolayı çeşitli
önyargılara sahiptim. Daha sonra, gönüllü olarak Kaş'ta Düşler Akademisi diye bir yere gittim. Orada engelli kadın, erkek ve çocuklarla çeşitli
atölyeler yapılıyordu. Bir haftalık kamp sürecinde farklı engellilikleri olan insanlarla daha çok spor üzerinden atölyeler yaptık. Sahaya çıkıp
kendimi, gündelik hayatımı orayla ilişkilendirmeye çalışırken aklımda sorular vardı. Birlikte çalıştığım insanların yapabilirliklerine dair
düşünüyordum; kendi üzerimden, kendi dolayımımdan bunları çözümlemeye çalışıyordum. Engelli insanları ve yapabilirliklerini tasniflemeye
çalışıyordum, bu esnada düşüncelerimi ve hislerimi fark ediyordum. Sonra bunlar beni bayağı rahatsız etti ve dedim ki: "O kadar da azade değilmişim."
Eve döndükten sonra, bu ayrımcılık meselesi üzerine düşünmeye başladım. Okumalar yapmaya, deneyimlerimi tekrar düşünmeye başladım.
Bir araştırma ile karşılaştım: Çiğdem Kağıtçıbaşı'nın "Çocuğun Değeri" adlı çalışması. Bu, birkaç kez tekrarlanan, çok kapsamlı bir saha
araştırması. Araştırmada hem nicel yöntemleri kullanıyor, hem de niteliksel yöntemleri kullanıyor. Sahadan alınan verileri Boğaziçi
Üniversitesi'ndeki yüksek lisans ve doktora öğrencileri ile incelemeye alıyorlar ve çok kabaca anlatmak gerekirse; temelde şunu soruyorlar
ailelere: "Neden çocuk yapmak istediniz?" Yanıt şu cümlelere benzer şekillerde oluyor: "Çünkü çocuk bizim toplumdaki yerimizi, aile oluşumuzu
güçlendirir. Eve neşe getirir. Gelecekte bize bakar." Ben de o zaman şunu fark ettim: "Bu, çocuğun değeri değil,
sağlam çocuğun değeri gibi gözüküyor." Bu noktada; aile ve engelli çocuk ilişkisi üzerine düşünmeye
başladım. Sonra dedim ki: "Ben neden engelli çocuğu olan aileler ile konuşmuyorum? Onların bu süreci nasıl deneyimlediğini neden onlara
sormuyorum? Böyle bir deneyim yaşadıklarında, engelli çocukları olduğunda ne hissettiler? Bunu çevreleri ile paylaştıklarında ne duydular ve bu
zaman içerisinde değişti mi? Hisler, düşünceler ya da bu deneyimi oluşturan şey değişti mi?" Böylelikle, yüksek lisans tezim oluştu.
Sağlamcılık üzerine akademik yaklaşımlar
Bu noktada, akademinin bu meseleye nasıl baktığına dair bir parantez açmak isterim. Bunu akademik bir dille anlatmayacağım. Akademisyenlerin,
toplumun engellilik meselesini nasıl kavradığına dair sundukları belirli modeller üzerinden bir şeyler anlatacağım. Sakatlık çalışmalarının çok
önemli bir tarafının olduğunu düşünüyorum, çünkü bilgisini çok fazla sahadan edinen bir alan. 1970'lerde ABD ve İngiltere'de engelli akademisyenler
hak arayışlarına, sosyal hareketlerine devam ederken aynı zamanda bu bilgiyi ürettiler. Bir sosyal model kurguladılar ve tıbbi modelin, engelli
bireyin bedenini nasıl ele aldığını ve buradaki sıkıntıları anlattılar. Dolayısıyla; sahadan, hareketten nüvelenmiş bir bilgi olduğu için bana
ayrıca kıymetli geliyor.
Tıbbi model denilen şey, engelliliği kişisel trajedi gibi gören bir yaklaşıma vesile oluyor. Burada şöyle bir varsayım var: "Tıp, hangi bedeninin normal olduğunu biliyor ve siz anormal olan skalaya düştünüz. Tıp sizi tekrar normalleştirmeli; çünkü yapılması gereken şey budur." Tıbbın engellilerle bu çeşit ilişkilenmesi; engelliliğin bir kişisel trajedi, normalden sapma olarak düşünülmesine neden olur. Biyolojik olarak, normal bedenin kuruluşu söz konusu burada. Sağlamcılığı anlatırken, normalin nasıl kurulduğu ve hangi bilim dallarından beslendiğini anlamak gerekir. Engellilik meselesi nasıl tartışıldı, önceden hangi duraklardan geçti, tarihsel olarak nasıl kuruldu ve toplum bu meseleye nasıl yaklaştı?
Tıbbi modele karşı çıkan bir grup insan, sosyal model kavramını ortaya çıkardı. Dediler ki: "Engelliliğin doğuştan, doğal bir hal değildir, engelliliği biz kurarız, toplumsal olarak inşa ederiz. İnsanlara engelli dediğimizde onları asıl biz engelliyoruz. Engelleri, toplumun bizzat kendisi kuruyor ve yaratıyor." Toplum, mekanı normal bilgisine göre tasarlar. Engelli insanların varoluşunu tehdit altında bırakan şey, toplumun kendisi. Dolayısıyla, sosyal modeli savunan akademisyenler bir hak mücadelesi içindeydiler diyebiliriz, bu meselenin toplumsal haklar üzerinden konuşulmasını, yeniden gündeme getirilmesini savundular.
Burada çok önemli bir nokta var, engelli bireyin bu sürece ailesiyle birlikte giriyor olması. Örneğin; engelli bir çocuğunuz oldu ve doktora gittiniz. Doktor diyor ki: "Düzeltilmesi lazım." Tüm düzeltme mekanizmalarının sizi maruz bıraktığı maddi ve manevi bir sürecin içerisine girdiniz. Ve diyelim ki olmadı ve tıbbın bununla ilgili ne yapılacağına dair bilgisi yok. Yani, normalin dışında kalana ne yapacağını bilmiyor. Dolayısıyla, sosyal modelin bu kurulmuş dil ve bilgiye dair çok büyük bir karşı çıkışı var.
Daha sonra, sosyal modele karşı bir eleştiri geliyor; engelliliğin toplumsal boyutunu ele alıp bedensel boyutunu ele almadığına dair. Tıp hala bedenle ilgili çok büyük bir söz sahibi. Bedenin toplumsal inşası, yeniden düşünülmesi; dilsel, tarihsel ve toplumsal pratiklerle nasıl kurulduğuna dair tasavvurlar ortaya çıkıyor, kuir kuram da bunlardan bir tanesi. Beden kavramı, çok kolay bir şekilde özcü ve doğal bir yere giden bir şey; kimliğimizi biyolojik referanslarla kurabiliyoruz hızlıca. Örneğin, kadınlığımızı rahme sahip vasıtasıyla kurabiliyoruz. İktidarın bizi kimliğimizle çağırdığı yeri dönüştürmek adına doğal, verili ve özcü olan her şeye eleştirel yaklaşmak önemli geliyor bana.
Sağlamcılığın tanımı ve inşası
Peki, sağlamcılık nedir? Bugünkü toplum, sağlamcı ve çok kapsayıcı bir şekilde sağlamcı referansları hep normalin bilgisi üzerinden aldığı
için, bunu çok kolay bir şekilde meşrulaştırır ve kurar. Sağlamcılık hakkındaki tanımlardan bir tanesi, doğrudan engellilik hali ile ilgili.
Engelleri dışarıda bırakan, gündelik hayatın dışında onların erişimini zorlaştıran pratikler bütününe sağlamcılık diyoruz. Normal insanın
bilgisini oluşturarak, bu bilginin dışındakileri gündelik hayatın dışına atan pratikler ve inançlar.
Sağlamcılığı, imtiyaz sahibi grupların imtiyazlarının gerekçelendirilme ihtiyacı olarak duyuyorum. "İyi, güçlü,
güzel olanın kim ve ne olduğuna dair referans nasıl kuruldu ve nasıl yeniden üretiliyor?" sorusu önemli.
Bugün anladığımız biçimde, tıbbi ve sosyal olarak engellilik düşüncesine dair akademisyenler iki tarihsel uğrak belirliyorlar. Bunlardan bir tanesi kapitalizm, bir tanesi de normalliğin inşası. Bunlar, kabaca, bugün engelliliğe dair aşina olduğumuz problemleri üreten mekanizmalardır.
Kapitalizmin temelde nüfusu bir işgücü olarak gören; verimliliği, işe yararlılığı ile beraber düşünen bir hali var. Kentlerdeki hız, dinamikler ve fabrikalardaki dinamikler engellileri dışarıda bırakır. Yani engelliler için kırsal ve kentsel bölgede olmak farklılık gösterir, bunun için mekan kavramı çok önemlidir. Kapitalizmle birlikte inanılmaz bir şehirleşme hareketi oluştu. Avrupa'da şehirler, hızlıca inanılmaz nüfuslarla yoktan var olmaya başladı.
Bir diğer hat ise "normalliğin inşası". Lennard Davis'in argümanlarına göre, normal sözcüğü İngilizce'de 1840'lara kadar ortalama, sıradan gibi bir anlama gelmiyordu, marangoz gönyesi veya dikey anlamlarına geliyordu. Ortalama insan anlamında kullanılması, standart olana referans vermek için kullanılması 19. yüzyıla denk gelir. Davis'e göre, ortalamanın hayatımıza girmediği neredeyse hiçbir an yoktur, her gün ne kadar yiyeceğimizi, ne kadar vitamin alacağımızı, ne kadar hareket edeceğimizi hesaplamaya çalışıyoruz. Normalin bilgisi, istatistik ve tıbbın yoğun çabalarıyla kurulur. İstatistikçilerin, 19. yüzyılda ortaya çıkıp nüfusun ve tıbbın ise bedenin bilgisini üretmeleri, normalin kurmasını mümkün kılan şey. Davis, ilk istatistikçilerin aynı zamanda öjeniyi savunanlar olduğunu söyler. Bu da ilginç bir tesadüf diye düşünebilir miyiz?
Biyopolitika
Foucault, temelde 17. yüzyılda yeni bir modern iktidar biçiminin ortaya çıktığını söyler. Bu yeni modern iktidar biçimi, öldürme hakkını
kullanmak yerine, üzerinde tahakküm kurarak yaşatmayı tercih eder. Biyoiktidar (biyopolitika), bilgisi ile insan türünü daha yaşar,
çalışır ve verimli hale getirebilmeyi; ama aynı zamanda bir biçimde yönetebilmeyi hedefler. Bu da ikiye ayrılır:
anatomi politika ve biyopolitika. Anatomi politika,
doğrudan bedenleri hedef alarak onları tek tek uysallaştırmayı, disiplin etmeyi ve verimli hale getirmeyi amaçlayan bir iktidar biçimi.
Biyopolitika ise nüfus ile ilgilenir. Doğum, ölüm, hastalık oranları gibi meselelerle nüfusu yönetmek ve ondan mümkün olduğunca yararlanmak
ister. Siyasal stratejilerine, bir canlı türü olarak insanın bilgisini dahil eder.
Geç Osmanlı - Erken Cumhuriyet döneminde biyopolitika ile ilişkilendirilebilecek yaptırımların ya da bilgi üretiminin ne olduğuna bakan metinler var. Yiğit Akın'ın Gürbüz ve Yavuz Evlatlar: Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor bunlardan bir tanesi; erken Cumhuriyet döneminde beden terbiyesi ve spor alanına bakıyor. Hıfzısıhha koruma ve sağlık kelimelerinden türeyen, koruyucu tıp/sağlık anlamına gelen bir terim; ama nasıl kurulduğu çok ilginç. Beden terbiyesi ile ilgili çok örnek var. Ben bir-iki tanesini söyleyeyim. Murat Arpacı'nın Modernleşen Türkiye'de Beden ve Nüfus Politikaları: Hıfzısıhha, Terbiye ve Öjeni isimli yayınlanmamış doktora tezini incelerken fark ettim ki; hıfzıssıhha, terbiye ve öjeni metinlerinde birçok ortak nokta var. Refik Saydam, Mahzar Osman - ki hala bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin ismi onun ismidir - Sadi Irmak gibi başbakanlık, milletvekilliği yapmış; orduda asker olarak veya doktor olarak yer almış kişilerin genellikle özetledikleri şey şu: "Yüksek kalitede nüfus, bedeni ve ruhi bakımdan sağlam ve gürbüz nesille oluşur." Yiğit Akın'ın başlığını bu şekilde seçmesinin sebebi de bu, çünkü Atatürk, "Bana gürbüz ve yavuz evlatlar verin." diyor.
Spor, bedeni terbiyesi ve disipline sokma yöntemi olarak çok önemli bir yer teşkil ediyor. Erken Cumhuriyet döneminde, "kadınları sağlam ve kuvvetli olmayan sporcu olmayan bir milletin akıbeti; erkekleri sporda ne kadar çalışırsa çalışsın, vücutlarına ne kadar itina ederlerse etsinler gene şüphelidir" ve "Sapasağlam bir anneden doğmamış bir çocuk, bütün ömrünü ilaçlarla idame ettiren bir insan mevki ve vaziyetinden kurtulamaz." gibi anlayışlar vardı. "Hareketin, sporun kıymet ve ehemmiyetini anlamamış annelerle dolu bir memleketin çocukları da sporu tatmini mecburi bir ihtiyaç değil; zevk ve eğlence tatmini için ve bir oyun şeklinde telakki etmek gafletinden kurtulamaz." anlayışı da bunlara örnektir. Bu dönemde sporu tasniflediler, kadınlara, doğurganlıklarını tehdit edeceği iddiasıyla bazı sporları yasakladılar. Yine bu öjeni meselesine gelecek olursak, "ayyaş aile", "ayyaş kadın" gibi kavramlar mevcuttu ve bu kimselerin, frengi gibi cinsel yolla bulaşan hastalığı olanların, engellilerin çocuk yapmaması gerektiği savunuluyordu.
Tüm bunları düşünüp, kendimi de içine katarak farklı yöntemler izledim. Burada kendimden başladım, öjeniye kadar getirdim meseleyi. Çünkü bence bunların arası çok uzak değil. Sağlamcılık, normalin nasıl kurulduğuna ve kimi dışarıda bıraktığına dair bir düşünce biçimi, bir araç. Hepimizin içine ve diline yerleşen, ben ayrımcılık yapmıyorum ki diye düşünsek bile ortaya çıkan bir hat. Sağlamcılığa bakmak, iktidar ve kötülük başkalarının işi, benden çok uzak inancını zorlaştırıyor. Bu konu üzerine ve kendi üzerimize, deneyimimiz üzerine yeniden düşünmek gerekir. Sadece engellilik alanında değil; ırk, etnisite, cinsiyet gibi bir sürü farklı alanla ilişkilendirilerek tekrar düşünülebilir.
Nurçem Koç
Ben de terminoloji konusuna açıklık getirerek başlayayım. Önce şunu bir ayrıştırmak lazım; benim durumumun - doğuştan ya da sonradan olan herhangi bir anomalliğin- ismi sakatlıktır, bu konuda hemfikir olmak gerekir. Toplumda sakatlık kelimesi olumsuz anlamda kullanılıyor ama doğru olan şey sakatlık aslında. Bir aşağılama, ötekileştirme olarak toplumda çok kullanıldığı için yerine engellilik diye bir kelime türetildi. Ben 31 yaşındayım, benim çocukluğumda böyle bir kelime yoktu. O zaman gelip "Sen Sakat mısın?" diyen insanlara çok kızardım, ağlardım, üzülürdüm. Bir gün çocuk aklımla kendime şöyle bir yöntem bulduğumu hatırlıyorum: Okulda Ömür diye bir çocuk vardı, beni ne zaman görse "Sen sakat mısın?" diye sorardı. Bir cevap vermedim, iki cevap vermedim, üçüncüsünde "Evet ben sakatım. Yürüyemiyorum, senden de farklıyım!" dedim. O günden sonra bir daha hiçbir zaman gelip yanıma "Sen sakat mısın?" diye soramadı. Anladım ki, eğer bir toplumdan farklılığın varsa, bunu önce kendin kabullenmen gerekiyor ve her şey öz farkındalıkla başlıyor. O gün o farkındalığı yaşamasaydım, muhtemelen bu toplumda benim şu an bir sürü travmam olacaktı. Dolayısıyla, o küçük yaşta bu ayrımı yapabilmiş olmaktan mutluyum.
İş hayatına girebilene kadar, ben de toplumdaki engellilerden çok ayrışmış bir bakış açısıyla bakıyordum. Toplumda, bizim yaşadığımız sorunlardan da çok uzaktım; çünkü bir fanus içinde büyütülmüştüm. Ailem "Aman kırılmasın, aman bir şey olmasın" diye uğraşıyordu ve dedikleri gibi de oldu. 19 yaşında karşı cins ile ilk yakınlaşmamı hatırlıyorum. Çok güzel giden bir birlikteliğin sonunda karşımdakinin annesi benimle tanışmak istediğini söyledi, webcam üzerinden benimle iletişime geçti. Bir problem vardı, bana çok iyi davranıyordu. Fikrimce, ki bu çok büyük bir önyargı, eğer engellilik durumumu biliyorsa, bana bu kadar iyi davranmaması gerekiyordu. O zaman öyle düşünmüştüm ve ne cesaretle yaptım bilmiyorum, kadını Facebook'tan bulup "Merhaba, ben sizin oğlunuzun kız arkadaşı. Geçen gün webcam'de tanışmıştık. Size söylemek istediğim bir şey var, muhtemelen benim engelli olduğumu bilmiyorsunuz." diye bir mesaj attım. Okundu bilgisi gelir gelmez cevap geldi: "Evet, bilmiyordum senin engelli olduğunu. Oğlum bunu bana söylemedi. Zaten eğer bilseydim buna izin vermezdim." Ben bu konuşmanın orada biteceğini sanmıştım; fakat ondan sonraki günlerde her gün Facebook mesaj kutumda paragraflarca bana hakaret eden, sadece engelli olduğum için onları bir aile trajedisine sürüklediğim ve oğlunun peşini bırakmam gerektiğine kadar varan bir sürü mesaj aldım. Annemin ve babamın, incineceğim için karşı cinsle ilişkiye girmemem konusunda yaşadıkları çekinceyi 19 yaşında çok yoğun bir şekilde yaşadım ve orada ilk kez farklılığının başka insanlar tarafından kötü hissedildiğini anladım. 8 yıl boyunca hayatıma hiç kimseyi sokmadım; fakat o olaydan sonra bu farklılık ile bir şeyler yapmam gerektiğini anladım.
Bedensel engelliler yüzme takımına girdim, orada Türkiye üçüncüsü oldum. Sporla olan ilişkim bu şekilde başladı. Hiç kimse beklemedi böyle bir şeyi. Sonrasında, iş hayatına açılmam gerekiyordu, o yüzden profesyonel anlamda yüzmeyi bıraktım. Ama benden sonra gelen nesil bunu çok iyi gösterdi. Şimdi bunu çok iyi yapan insanlar var. Anladım ki; aslında bugün konuştuğumuz konu engellilik, gerçekten toplumun ürettiği bir şey. Engellilik durumu bir anormallik ile doğmuş olan birine istenilen ve gerekli şartlar sağlanmadığında, toplumun o kişiye atfettiği bir kelime olmaktan öteye gidemiyor. Eğer siz bu durumu kabul etmiyorsanız, "Evet ben engelliyim ama bir şeyler yapabilirim" diyorsanız, bu sadece toplumun sizin tanımlamak için söylediği bir kelime olmaktan öteye gitmiyor. Ben böyle bir bakış açısıyla bakmayı seçtim O yüzden bugünün konusunu sakatlık değil engellilik olarak değiştirmeyi istedim; çok da iyi oldu bu açıdan.
Yüzmeyi bıraktıktan sonra bir şeyler yapmam gerekiyordu ve bundan 3 yıl öncesiydi. Kafamı bir şekilde boşaltmam gerektiğini, eski travmalarımdan kurtulmam gerektiğini biliyordum ve bir şekilde hayat beni yoga ile tanıştırdı. O 8 yıl boyunca kendimi o kadar kapatmıştım ki ve o kadar inandırmıştım ki gerçekten farklı olarak yapamaz edemez olduğuma; bir arkadaşım bana yoga dersi verme teklifi yaptıktan sonra gün sonuna kadar "ders saati ne kadar" gibi sorularla günde 10 defa kızın yanına gitmiştim ve "ben gitmekten vazgeçtim derse gelmeyeceğim" deyip vazgeçtim. Belki o derse gittikten sonra şey fark etti. Yoga yapması gereken insanların çok fit olması, çok esnek olması, zayıf, belirli pozları yapabilir seviyede olması tamamen bir toplum dayatmasıydı ve göz boyamaydı. İlk dersten sonra bunu fark ettim; çünkü yoga dediğimiz şey, bizim uzun süre oturmamızı sağlayacak hareketlerinin tümüne denir pratikte. Yaptığımız hareketler, sadece meditasyona oturabilmeyi kolaylaştırabilmek için varlar. Aslında kıymetli ve ruhani olan kısım meditasyon kısmı. Bu da zaten ortamda belli bir sessizliği sağladıktan sonra, kendi içimize dönmeyi sağlamakla gerçekleşiyor. Bu ihtiyaç da; insanlık olarak üstesinden gelemediğimiz duygu durumu, düşünce, kalıplar, olaylar bütününü bedenimizde veya zihnimizde bir yerlere ya da beynimize bir yerlere yerleştirdiğimiz vakit, çekmeceleri açarak bu durumu irdeleme ihtiyacı aslında. Olay veya durumlar karşısında ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi kendimize sormadan, bir şeyleri irdelemeden hayatımıza devam etmeye çalışıyoruz, yaptığımız en büyük hata bu. Yaşadığımız hayatın hızı da aslında bunu tetikliyor. "Orada durma, geç. Hayat akıyor, devam et" diyor ama orada çözemediğimiz şey; kalbimizde, beynimizde çözemediğimiz şey orada duruyor. Bu his ve düşünceler, hiç farkına varmayacağımız durumlarda, belki en yakın arkadaşımızın bize iyi niyetle söylediği bir sözle veya şaka ile tekrardan bir travma olarak ortaya çıkabiliyor. Rahatlıkla söyleyebilirim ki; beni kendi bedenime ve beynime en fazla yaklaştıran şeydir meditasyon. Dolayısıyla, şimdi geriye baktığımda görüyorum ki, 3 yıl önce yogaya başladığım o engelli Nurçem ile şu andaki ben arasında çok büyük bir fark var.
Eğitmenliğe karar verdiğim süreçte en büyük yaşadığım sorunlardan birisi kendime bir hoca bulamamaktı. Bu benim için çok büyük bir problem ve büyük bir acıydı aslında; çünkü bir sürü farklı düşünce vardı benimle hiç çalışmaya yanaşmayan eğitimenlerde. Yoga hareketlerinin modifiye edilemeyeceğini söyleyen bir eğitmen grubu vardı, "Ben bunu sana yaparım ama sana üç katına" diyen bir grup vardı, ve ben 2 yıl boyunca sadece eğitmen aradım. Sonra hep bir şeyler "Hayır bunu yapmak zorundasın" diye tetikledi| çünkü galiba bir şeylerden mahrum olunca bir yerlerde sizin tutunmanıza ihtiyacı olan insanları daha derinden hissediyorsunuz. Bu yüzden de ışık olma ihtiyacı bir kat daha artıyor. İyi ki de bu yoldan dönmemişim. 2 yılın sonunda bir hocayla yolum kesişti, ismi Yeşim Atik. Benim için her hafta İzmir'den İstanbul'a geliyordu. "İyi ki de 2 yıl beklemek zorunda kalmışım" diyorum şimdi. Tabii ki ben yoga camiasına girdiğimde bir yandan da bomba gibi patladım bu camianın içerisinde; çünkü ilktim ve benden yoga hocası olmayacağını söyleyen birçok yoga hocası vardı. Hatta bu sebepten derslerime gelmeyi reddeden insanlar vardı. Ben haftalarca, aylarca bir kişiyle ders yaptım. Benim için hiç önemli değildi; çünkü yoga şöyle bir şey. O şifa sizi bir şekilde buluyor, herkesin şifası herkeste olmayabiliyor. Herkes herkese iyi gelmeyebiliyor. Sonra, bir dernek benim aylar öncesinde attığım bir mesajı görüp bana geri dönüş yaptı ve bir haftalığına başladığımız görme engelliler dersinin süresi 1 aya, oradan 2 aya ve bütün bir seneye çıktı.
Hayatımın en büyük deneyimini galiba görme engellilere ders verdiğim süreçte yaşadım; çünkü görmeyen birine hareket tarif etmenin ne demek olduğunu hiç bilmiyordum. Hatta, ilk ders bir asistanım vardı ve “Şimdi ne yapacağız?” diye birbirimize baktığımız, 5 dakika boyunca hiçbir şey yapmadan sadece karşımda duran çocuklara baktığımı çok iyi hatırlıyorum. Sonra, toplumun engellilik dediği, benim farklılık olarak adlandırdığım şey, beni karşımdaki ile iletişime sokuyor. O farklılığın hangi taraftan olduğunun çok da önemi yok. Onlar görmüyorlar, ben de yürüyemiyorum. Bunun adının ne olduğunun çok da önemi yok. Ondan sonra akıp gidiyor gerçekten. Son dersimizi hatırlıyorum; ben ağlıyorum, çocuklar ağlıyor ve bir türlü odadan çıkamıyoruz. Orada, ben de kendim için oluşturduğum kalıpları kırdım. O zamandan beri şöyle bir şeye karar verdim: Ben sadece engellilerle değil, karma dersler yapacağım. Bu çok kolay bir şey değil ama yapacağım; çünkü yoganın çok kucaklayıcı bir alan olması gerekiyor, yoga insanların kendini tanıdığı bir alan. Orada, o durumun içerisinde sadece kendinlesin; sadece sen hissedebilirsin. Çok gariptir, bazı pozlar vardır yanındaki hüngür hüngür ağlarken sen delice gülersin. Yoga ve meditasyon o anlamda benim için çok kapsayıcı alanlar. Meditasyon hem sizi size tanıtıyor hem de başka kapılar açıyor. Bunu sözle ifade etmem çok zor. Fark ediyorsunuz, aslında büyük bir zenginlik içindesiniz. "Ben böyle iyiyim" dedirten şey, kendinizi iyi tanıyor olmak; çünkü kendinizi tanımadan, kendinizle empati yapmadan, kendinizi sevmeden başka kimseyi sevmiyorsunuz. Bu yolda bunu gördüm ve ne yazık ki şunu da gördüm; bana bu kötü deneyimleri yaşatan kişiler toplumun okumuş etmiş olarak adlandırdığı insanlar; ve ben o görme engellilerle ders yaparken, o çarşafı veya siyah kıyafeti ile gelen, sırf o çocuklar biraz faydalansın diye başörtüsüyle derslere katılan anneler gördüm. O yüzden de bundan sonra hep böyle dersler vereceğim, hep bunun için uğraşmaya çalışacağım. Farklılığımızla güzel olduğumuzu birilerinin anlaması gerekir; çünkü bu kadar negatifliğin içinde bir şeyler yapıyor olabilmek, farklılık yaratıyor olmak çok tarifsiz. Eminim sizler de içerisinde yer aldığınız işlerde böyle hissediyorsunuz. Belki dünyayı değiştirmiyoruz, atomu parçalamıyoruz ama anlık ya da bir insanın tüm hayatını etkileyecek farklılıklar yaratıyoruz. Bu anlamda çok kıymetli olduğumuzu düşünüyorum; biraz da o yüzden bugün buradayım. Sizleri tanımak, benim yapmaya çalıştığım şeyi sizlere anlatmak için. Ben de kendi davam ile buradayım, ve bu insanlar da burada olacaklar. "Bazıları olmamalarını isteseler de burada olacaklar" demek ve dedirtmek için. Umarım yapmaya çalıştığım daha fazla ilgi görür. Çok büyük sözler etmek istemiyorum, "Herkesi sokağa çıkaracağım, herkese yoga yaptıracağım" gibi bir şeyler söylemiyorum; ama bir şeyler değişecek galiba artık.
Katılımcı 1:
Kendine iki sene boyunca eğitmen bulamaman trajik bir şey aslında, yoga sadece fiziksel hareketlerden ibaret değil. Çok etkilendim, çok ilham
aldım senden ve yapacaklarından. Umarım bir dersinde den de olurum. Sorum ise şu: Deneyimlerinden de yola çıkarak, ders sırasında bir şeyler
anlatırken nelere hassasiyet gösteriyorsun?
Nurçem:
Ben biraz da gelen gruba göre hareket ediyorum. Mesela görme engellilerle çalışırken, gözlerini kapatmalarını söylememeye çok özen gösteriyorum.
Engeli olmayan bir grupla çalışıyorsam, "Eğer mükemmel pozlar yapmak için bir derse katılıyorsanız ben o dersin hocası değilim şimdi çıkıp
gidebilirsiniz." diyorum baştan.
Katılımcı 2:
Hem Burcu'ya, hem Nurçem'e sorum var. Burcu ile başlayayım. Bireyin, özellikle engelli bireyin kendi alternatifini nasıl geliştirdiğini tartışan
hegemonik veya biyopolitik söyleme alternatifler geliştiren, normallik kurallarının söylediklerine tam tersi hareket eden bireylerin stratejileri
neler oluyor, onunla alakalı bir şey var mı?
Burcu:
Gördüğüm kadarıyla en büyük mücadele, gündelik hayatta o pratikleri başka bir hale getirmeye çalışmak. Türkiye özelinde bir "sakat hareketi"
var bu anlamda. Bunun üzerine düşünen insanlar internet üzerinden bir platform oluşturdular. Onun üzerinden deneyim paylaşımı yapıyorlar ve
stratejiler geliştiriyorlar.
Katılımcı 2:
Nurçem, bahsettiğin durumlarda ailenin etkisinden biraz bahsedebilir misin?
Nurçem:
Orada aslında biraz karşılıklı bir durum oluyor. Engelli kişinin de kişilik yapısının çok önemli yanı var. Ben hep dışa dönük biriydim,
bu farklılığı engel olarak göstermemeye çalıştım. Benim hep arkadaşlarıma veya tanıştığım insanlara söylediğim şudur:
"Ben tekerlekli sandalyemi veya bastonumu görmenizi istemiyorum, Nurçem olarak beni görmenizi
istiyorum." İlişkilerime hep bu şekilde başlarım. Kişinin kendisi de çok büyük bir rol oynuyor, engellilik durumuna karşı nasıl bir
tavır almak istediği de. Tabii şöyle, dönemden döneme değişiyor bu. Ergenlik döneminde daha isyankar ve "Neden ben Allah'ım?" serzenişinde
bulunabiliyorsun, hatta inançlarını sorgulayabiliyorsun. "Eğer bir yaratıcı varsa beni sevmiyor." diye düşündüğün dönemler oluyor.
Benim yaşadığım bir aydınlanma ve farkındalıkla kendine yönelmeydi ve "Evet benim durumum bu ve ben bununla barışık yaşayacağım."
diyebildim. Ailenin durumu şöyle; aile sana ne gördüyse o şekilde davranıyor. Yani, kendisi nasıl bir ortamda büyüdüyse; engelli olma
durumundan kaçan ve bundan utanan bir yerde büyüdüyse senden utanıyor. Utanmayı seçiyor ve seni kapatmayı seçiyor veya hiç sen
engelli değilmişsin gibi davranıyor.
Katılımcı 2:
Ben aslında şu şekilde sormak istiyordum: Burcu sakat ve engelli çocukların aileleri ile konuşmaya karar verdin ve anlattın ama onlarla ne
konuştuğunu ve bunun çıktısının ne olduğunu merak ediyoruz. Bir de Nurçem, seninle ilk tanıştığımızda da senin yürüyebilme potansiyelin
olduğunu konuşmuştuk ve bunu senin belli kaslarını çalıştırarak oraları güçlendirerek geliştirebileceğini konuşmuştuk. Belki de, biyopolitika
içinde stratejiler geliştirmek denilince denk gelecek olan şey, senin kendinle ilişkinde hayatını çok daha kolaylaştıracak pratikleri
yapmak istemen olabilir. Ama bunun önündeki ekonomik ve sosyal engellerden biraz bahsedebilir misin?
Burcu:
Ben özellikle bunu anlatmadım aslında; çünkü ana meseleden uzak olduğunu düşünmüştüm. Fakat şöyle bir şeyle toparlayabilirim belki,
Türkiye'de bir sürü araştırmada aynı şekilde konuşulduğu için söylüyorum, benim örneklemim 10 kişi. Dolayısıyla bütün engelli ailelerin
hallerine dair bir şey söyleyemem; ama benim gördüğüm kadarıyla kişisel trajedi fikri çok yaygın. O da tıbbi olarak oluşturulan bir düşünce,
tam da bahsettiğim modelin getirdiği bir şey. Çünkü bu durum hala tıbbi mesele üzerinden çözülmeye çalışılıyor Türkiye'de. Engelli çocuğu olan
ailenin ilk iletişim kurduğu kişi genelde doktor oluyor; çünkü onu tasnif etmek lazım, hangi engel grubuna ait olduğunu tespit etmek lazım.
Tespit edildikten sonra, bir tedavi süreci başlıyor. Onu finanse edebilmek ya da edememek gibi bir mesele söz konusu. Anneler Türkiye'de ana
bakıcı rolünü üstleniyorlar. Hatta babanın olduğu bir ailede, baba çocuk için "İki annesi var" demişti, yani kendisine de anne rolü
biçmişti. Bir de fark ettim ki, aileler belli stratejiler geliştirebildikleri vakit, yani örgütlenebildikleri vakit, bir destek ağı
kurabildiklerinde bu durum birazcık daha baş edilebilir hale geliyor; yoksa çok yalnızlaşıyorlar ve ne yapacaklarını bilemiyorlar.